Web: www.kiyametgercekligi.com

 
 
İBu eserin basım ve yayın hakları yazarın kendisine aittir. Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince, izinsiz kısmen ya da tamamen çoğaltılıp yayınlanamaz. Kaynak gösterilerek kısa alıntı yapılabilir.  


Yazar Hakkında

Murat UHRAYOĞLU, 17 Ağustos 1976 tarihinde İSTANBUL'da doğdu. İlk, Orta ve Lise öğrenimini İstanbul'da tamamladı. Daha sonra YILDIZ Teknİk Üniversitesi ELEKTRONİK Mühendisliği Bölümünde ve aynı Üniversitenin Fen Bİlİmlerİ Enstitüsünde Yüksek Lisans öğrenimi gördü. 2000'li yıllardan bu yana, çeşitli yerli ve yabancı kaynaklardan araştırmalar yaparak İmani ve Bilimsel konularda çeşitli Makaleler ve Grafik Tasarımları (Aralarında Mevlana Hz., Üstad Bediüzzaman Said Nursi’ye v.b. ait çizimlerin de bulunduğu) eserleri hazırladı. Çocuklar için GALAXY isimli bir oyun tasarladı. Yazarın, Kaotik Zaman Serileri ve Yapay Sinir Ağlarıyla Borsada tahmin sistemleri üzerine uluslararası düzeyde yayınlanmış bir makalesi ve yayınlanmış iki kitabı vardır. Bunlardan ilki (KIYAMET GERÇEKLİĞİ), Kur’an’daki İncil’deki ve diğer bazı ilmî kaynaklardaki Kıyametin büyük alametlerini içinde bulunduğumuz zamana yönelik açıklamaya ve aydınlatmaya yönelik bir çalışmadır. Kitaba ayrıca, ayrıca Günümüz Türkçesini Osmanlıca Alfabesine kodlayan bir de Osmanlıca Alfabesi konulmuştur. Kitap, bu konuyla ilgili KUR’ÂN âyetleri ve Hadislere yönelik Batınî bir tefsirdir. İkincisi ise (5-BOYUTLU RELATİVİTE & BİRLEŞİK ALAN TEORİSİ), PLATON’dan günümüze kadar devam eden süreç içerisinde yapılan Fizik yasalarını birleştirme çabasına yönelik bir çalışma olup, Kur’ânın bazı semavî müteşâbih ayetlerinin tefsirine yönelik, bugüne kadar çeşitli bilim adamları tarafından yapılmış matematiksel ve fiziksel çalışmaları da içerecek şekilde, gözlemleyebildiğimiz maddi evreni matematiksel olarak açıklamaya çalışan zahirî bir tefsirdir. Kitapta Evrenin yapısını ve Karadelikleri açıklayan HİKMET (FİZİK) yasaları çeşitli teoremlerle anlatılmakta olup, yüksek bir MATEMATİK bilgisi gerektirmektedir. Her iki çalışmanın da amacı İMAN-I TAHKİKΒnin BATINÎ ve ZAHİRÎ kutuplarına yöneliktir. Yazar, Üniversite yıllarında, tarihte bir ilim adamı tarafından yapılan hiçbir çalışmanın tek yönlü olamayacağını görmüş ve bunun sonucunda, kalıcı olan eserlere baktığında ise, bunların din bilimlerinin yanı sıra diğer bütün pozitif bilimlerde de derin bir bilgi, araştırmaya dayalı bir ihtisas ve kuvvetli bir önsezi gerektirdiğini farketmiştir. Akademik eğitim, bir dereceye kadar bu bilgiyi ve araştırmaya dayalı ihtisas yöntemlerini vermektedir. Fakat bütün bu bilgi yığınlarını, gerçeği ortaya çıkaracak şekilde bir araştırma yöntemini ve bunu sağlayacak olan önsezi yeteneğini ne yazık ki verememektedir. Dolayısıyla yıllarca süren yoğun ve çoğunlukla ezbere ve hiç araştırmadan öğrenilen bilgilere dayalı ve gerçeğin ta kendisi olduğu sanılarak yapılan bir eğitim, hayatın ilerleyen dönemlerinde öğrencinin zihninde bir bilgi yığını olarak kalmakta ve bu bilgi yığınının içerisinden doğru ve işine yarayan bilgileri çıkartmakta zorlanmaktadır. Fakat bir zamanlar, bu önsezi ve araştırma yeteneğini kazandıran eğitim kurumları vardı ve bunlar pozitif bilimlerin yanı sıra din bilimlerini de öğreten günümüzün Yüksek İslâm Enstitülerine biraz benzeyen Medreseler’di. Bu kurumlarda Tarikat ve Ma’rifetullah yoluyla hem Allah’ı, hem Peygamberler’i ve hem de dinin diğer incelikli detaylarını oluşturan onlarca Dinî İlim dalıyla birlikte Pozitif Bilimlerin diğer dalları olan Fizik, Kimya, Biyoloji, Tıp, Astronomi, Felsefe, Tarih ve Coğrafya gibi ve benzeri pek çok bilim dalı bir arada okutuluyordu. Dolayısıyla burada uzun yıllar eğitim alarak mezun olan bir talebe, istediği ilmî sonuçlara kısa sürede ulaşabiliyordu, yani ilim yapmaya hemen başlayabiliyordu. Fakat bu şekilde Din-Bilim işbirliği içerisinde yürütülen eğitim sistemi 1850’li yıllarda Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane’de yayınlanan ve halka okunan Tanzimat Fermanı’yla birlikte Medreseler’deki pozitif bilimler kaldırıldı ve bunun sonucunda da Hakikî âlim olan din bilginlerinin sayısı hızla azaldı ve bu durum günümüze kadar da devam etti. Günümüzdeki eğitim sistemi ise, tamamıyla Batı’nın etkisi altındadır. Dolayısıyla, İslâm’a ve kendi kültürümüze oldukça uzaktır. Eğer önümüzdeki süreç içerisinde bu eğitim sistemini değiştirmezsek, kendi öz kültürümüzün, tamamıyla Batı’nın etkisi altına girmesi içten bile değildir. Bundan dolayı, günümüzde Üniversitelerde verilen akademik eğitimle mezun olan bir öğrenci, bırakın hem dinî ve pozitif bilimlerin çok iyi bilinmesini ve her branşında ihtisaslaşmasını gerektirecek ilim yapmayı, mezun olduğu bilim kolunda ve branşında bile tam olarak yeterli bir bilgi birikimine sahip olamamaktadır ve bunun sonucunda da kendisinden beklenen yüksek ilmî değerleri ve Bilim sahasında yenilik getirecek önemli buluşları üretmekte zorlanmaktadır. Bu yüzden İslâm Dünyası, Batı Dünyasındaki yeniliklere ve ilerlemelere ayak uyduramadı ve Modern Bilimin ve Teknolojinin yaklaşık 200 yıl gerisinde kaldı ve bunun sonucunda da, son zamanlarda Türkiye’den çıkan birkaç büyük bilim adamı dışında, zamanımızda çok ihtiyaç duyulan pozitif bilim dallarında öncü bilim adamları yetiştirilemedi. Bu durum pozitif bilim dallarının hemen hemen tüm branşlarında geçerli olduğu gibi, bunlardan çok daha geniş kapsamlı olan din sahasında da böyledir. Dolayısıyla Din sahasında da Din-Bilim işbirliğini ve Mekanizmasını çözümlemeden ve tüm bu branşların hepsinde birden uzmanlaşmadan Din sahasında etkin ve genel geçerli bir eser ortaya koymak mümkün olamadı. Dolayısıyla son zamanlarda Kur’ân’ı Tefsir başlığı altında yapılan ilmî çalışmalara baktığımızda tüm bu çalışmaların ilâhî mesajın manasına yönelik çalışmalar ve bir nevî Meal’ler olduğunu ve günümüz teknolojisinin ve pozitif bilimlerin oldukça ilerlemiş olan ilmî sonuçlarını içerecek şekilde olmadığını ve bir derece yüzeysel kaldıklarını görürüz. Fakat günümüz şartlarında, yapılacak olan manevî ve tahkikî bir tefsirin mutlaka pozitif bilimlerin bu yönlerini de içermesi elzemdir. Çünkü son zamanlarda yapılan araştırmaların bir çoğu, pozitif bilimler vasıtasıyla Kur’ân’ın İ’cazına, yani Mu’cizevî bir Semavî Kitap olduğu görüşüne yöneliktir ve tüm bu ilmî çalışmaların sonuçları Fizik, Matematik, Astronomi ve diğer pozitif bilim dalları vasıtasıyla Kur’ân’da geçen bir kısım Müteşabih âyetlerin yorumlarına yöneliktir. Dolayısıyla bu nevî bir tefsir tüm bu ilmî sonuçları da içerecek ve insanları, bir nevî derin bir anlayış gerektiren meseleleri tahkik etmeye ve gerçeği araştırmaya yönlendirecektir. İşte bu da İman-ı tahkikiye giden yol olup, yaşadığımız bu asır için Allah’ın takdir ettiği bir Din Metodolojisidir. Bu metodoloji saplantılı ve bağnaz dinî görüşlere yer vermez, hurafelerden ve bid’atlardan arınmıştır, taklitçiliği değil tahkikçiliği emreder, Kur’ân’ın Muhkem âyetleriyle belirlenmiş olan Şeriat’ın aslını korumakla beraber; Müteşâbih âyetlerle sınırları tam olarak belirlenmemiş olan Gayb bilgisini de araştırmalarla ortaya koyar. Asrımızın getirdiği tüm yenilikleri ve teknik imkanları da kullanır. İlm-i Usûlce bilindiği gibi İman-ı Tahkikî’nin, Zahirî ve Batınî olmak üzere iki kutbu vardır. Fakat çağımızda Zahirî kutuptan yaklaşarak İman-ı Tahkikî’ye ulaşmak çok zordur ve çok yüksek düzeyde bir Matematik ve Fizik Bilgisi gerektirir ki bazı Batılı Müslüman Bilim adamlarını İslâm’ı seçmeye yönlendiren bu metoddur. Çünkü yaşadığımız bu Modern asırdaki şartlar, İman-ı Tahkikînin Zahirî kutbuna ulaşmak için yüksek düzeyli araştırmaları ve Âhiret âlemlerini Aynelyakîn ve Hakkalyakîn bir surette müşahede edebilebilmesi için, çok yüksek düzeyde bir Matematik, Fizik ve Astronomi bilgisini gerektirir. Bununla birlikte Batınî kutbu, daha az teorik bilgi ve deneyim ister. Fakat bununla beraber hakikatin müşahede edilebilmesi için Keskin ve Gaybî bir görüş gücünü ve Cifir ilminin sırlarını bilmeyi gerektirir. Dolayısıyla her iki metodolojik yöntem de Âlim olma yoluna götürür ve ilk adımın atılmasına sebep olur ki, Dinde Tecdid yapılması için bu ilmî mertebeye ulaşmak elzemdir. Böylece Üniversiteyi bitirip, bir bilim dalının sadece tek branşında bile tam bir yeterliliği olamayan bir kişi, bu çeşit bir ilmî yöntem izlerse pozitif bilim dallarının ve dinî ilimlerin diğer kapalı yönlerini de görmeye başlar ve bu metodolojik yöntemle artık âlim olma yolunda bir adım atmış olur. Böylece diğer bilim dallarında ihtisaslaşmış uzman kişilerin o branşta göremediği ve ulaşamadığı yepyeni sonuçlara ulaşmaya başlar ki, bu aşamada bile pek çok bilinmeyenle ve problemlerle karşılaşılması doğaldır. İşte bu noktada ilâhî bir önsezi ve Allah’ın yardımı gereklidir. Kişi eğer bu konuda gayretli ise, sonunda mutlaka bunu da elde edecek ve artık Gayb’ın bilgisi ve anahtarı ona sunulacak ve böylece bütün kapalı kapılar açılacaktır. İşte ancak bu şekilde oluşturulacak olan eserler ve ilmî çalışmalar, içinde bulunduğumuz ve âhir zaman olarak nitelenen zamanda gelişecek olan olaylara, problemlere ve dinî meselelere akılcı bir çözüm getirerek, kainatın yaratıcısını ilân ve ispat ederek dinde bir yenilenme ve tecdid yaparak onu aslî unsurlarına geri döndürebilir ve ancak bu şekilde dindeki dejenerasyonu önler. Dolayısıyla dinî sahada tecdid yapılması için, pozitif bilimlerin geleneksel kanunlarının da din çerçevesinde ve Kur’ân ekseninde yeniden belirlenmesi gerekir. Bu pozitif bilim dallarından bazıları: Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi, Edebiyat, Tarih, Coğrafya, Arkeoloji, Felsefe, Ekonomi, Sosyoloji gibi v.b. olarak sayılabilir. En büyük güç sahibi olan Allah, yaratmak ve yönetmek için evreni meydana getirdi. Öyle ki, Evrende en temel düzeyde, yani Planck ölçeğinde temel ve manyetik yükler bulunmaktadır. İşte bu yüklerin kaynağı ise, özünde tek bir alan kuvvetini içeren 5-Boyutlu Birleşik Alan kuvvetidir. Bu çalışmada ele aldığım bu Graviton-Manyetik yük teorisi, ayrı ayrı kuvvetlerin hakim olarak olduğu bir arenadan öte, tüm kainatı bir bütün olarak ele alan kuramsal çalışmalarımı içine almaktadır. Kainatın meydana gelişini izah eden “Büyük Patlama” (Big Bang) isimli popüler teori yerine, İzafiyet teorisinin 5. boyuta genelleştirilmesi şeklinde tanımlanabilen ve kuvvetli bir matematiksel altyapıyla, yaklaşık 10 yıllık bir felsefi düşünce mantığı ve uzunca bir çalışmanın sonucu ortaya çıkardığım bu teori her şeyin başı olan bu konuyu, yani kainatın başlangıçta nasıl yaratıldığını ilmen izah ettiği gibi, sonu hakkında da bazı önemli ipuçları vermektedir. Evrenin yaratılmasında ilk anında toplan 10 üssü 1296 parçacık varken, evrenin 2-3 saniye içinde genişleyip soğumasıyla birlikte, bu oran her bir zaman diliminde 2 kat azalması sonucu evrenin büyük kısmını teşkil eden 10 üssü 81 parçacığı meydana getirdi. Zamanın başlangıcından önce evreni kaplayan zaman öncesi güçlerin alanı vardı ki, tek bir kuvvet alanının büyük patlamayla açılması sonucu bu alan bileşenleri milyarlarca sene sonra soğuma ve termodinamik genişlemenin etkisiyle çöktü ve bir atomdan trilyonlarca kere küçük “mikroblackholes” denilen siyah mini atomik mikro karadelikler ortaya çıktı. İşte, bu mini karadeliklerin yarısı maddeden, yarısı ise değişik yapılı karşı maddeden meydana geliyordu. Fakat, milyarlarca yıl sonra uzun bir zaman geçmesine rağmen, merkezinde yer alan tekillik noktasında bir manyetik yükün yer aldığı bu karadeliklerden zaman öncesinde başlayan büyük bir kalıntı kozmik mikrodalga arka ışınımı olarak evrene dağıldı. Madde ile karşı maddenin çarpışması her şeyi imha eden patlamalara sebep oluyordu ki, bu çarpışmanın neticesinde madde ile karşı madde birbirinden parçalanma neticesinde ayrılınca yeni parçacıklar, zamanla galaksiler, yıldızlar, gezegenler, karşı gezegenler ve insanları meydana getirerek bildiğimiz anlamdaki kainatı oluşturdu. Geçtiğimiz asırda, bu tip bir Birleşik alan teorisini ilk kez ele alan ve neredeyse Einstein ve Newton ayarında bir Türk fizikçimiz olan Prof. Dr. Behram Kurşunoğlu (1922-2003), 1953 yılında Amerika Princeton’da bu çeşit bir yaklaşımı Einstein ile görüştüğünde belki de fizik yasalarının tek bir çatı altında toplanması yönündeki en önemli adımı attığının farkında değildi. Fakat, teorisi Einstein’ın relativite yasalarını çok daha genelleştirirken, bilim dünyasının o zamanlarda 4-boyutlu relativiteye takılması sebebiyle, bilim sahasında önemli bir yer edinemedi. Fakat, teorik fizik gün geçtikçe ilerledikçe ve CERN’deki deneyler ek boyutlara ait birtakım yeni bulguları elde ettikçe, teorik fiziğin uzun yıllardır Einstein ve Kurşunoğlu’nun bırakmış olduğu noktada bulunduğunu ancak 2000’li yılların başında farkettiler. Prof. Kurşunoğlu çalışmalarının sonuçlarını göremeden 2003 yılında aramızdan ayrıldı, fakat türk dünyasının fizikte önemli bir ilerleme kaydettiğini bırakmış olduğu mirasıyla bizlere gösterebilmişti. İşte bu teorik çalışmamızda, evrenin ilk anlarına ve kuantum mekaniğinin derinliklerine inerek, Relativite teorisini 5. boyuta genişletmeye çalışacağız ve onların bize miras bıraktıkları ipuçlarından hareket ederek, evrenin gizemini ve sırlarını çözmeye ve yüksek boyutlara çıkıldıkça birleşen bir yapı gösterdiğini isbatlamaya çalışacağız..